Sen Maççı mısın?

93 yaşında iki büklüm yürüyen, zor duyan ve Muğla aksanıyla ne konuştuğunu anlayamadığım ama aynı zamanda sevecen bakan bir Anadolu kadını Fatma Nine; Gökova’da kiraladığım köy evinin üstünde yalnız başına yaşıyor ve ev sahibinin annesi. Resmen iki büklüm dolaşıyor ama konuşurken birden doğrulup dim dik olabiliyor; kısa boylu fakat sıcak bakan, yardımsever, insancıl bir üst komşum Fatma Nine. Hayatı bahçesi. “Bahçe olmazsa yaşayamam” diyor. Nazar değmesin. Kışları oğlunun Muğla Ortaca’daki evinde kalıyor ama illa da evim deyip duran ve tek başına yaşamayı; özgürlüğünü hiçbir şeye değişmeyen bir can yürekli komşum benim Fatma Ninem.

Sabah sürprizler yapıyor bazen. Bahçeden topladığı mevsimlik domates, biner, patlıcan kısaca ne varsa kapımın önüne bırakıyor gidiyor. Bizde eşimle kendisini mutlu etmek uğruna çarşıya çıkmışsak mutlaka sevdiği şeylerden alıyoruz. Kısa sürede birbirimize kaynaştık ve bizim için özel bir yere sahip gönlümüzde. İstanbul’a döndüğümüzde telefon ediyoruz ama zor duyduğu için konuşmasak ta bizim aradığımızı kızı olan ve yine aynı adı taşıyan Fatma Hanıma iletiyoruz. Sağ olsun Fatma Hanım da bizim selamımızı ve kendisini aradığımızı iletiyor. İyi anlaşıyoruz ve kısa sohbetlerimiz bizim için gerçekten çok değerli hale geldi.

Birgün mesleğimi, sporcularla çalışmamı ve yaptığım işi anlatırken doğal olarak kendisine yabancı gelince bana, “Ha anladım, sen maççısın” dedi. İnanandım duyduğuma; “Evet” dedim “maççıyım.” Belki de hayatımda duyduğum en anlamlı, en değerli ve bir o kadar da Anadolu anlayışını, sadeliğini ve duygusunu yansıtan biz sözdü “sen maççısın…”

Kendini aydın sanan, yabancı sözcüklerle Türkçe konuşmayı bir şey zanneden bazılarını düşününce Fatma Nine kadar kendi değerlerine âşık, yalın, arı, duru ve sade düşünebilen ve bir sözcükle çok anlatabilen bir başkasını fazla tanımadım diyebilirim…

Yine yıllar önce hayatında okul yüz görmemiş; tüm hayatı köyde geçmiş; biz zamanlar üç yüz hane olan bir köyde oğlu, kızı ile yaşayan yaşlı ve şimdi rahmetli olan bir köylüm kardeşimle birlikte köyümüzü ziyaret ettiğimde karşılaşmıştık. Oğlu balcılık yapıyordu ve bal almaya uğramıştık. Selam verip kendimizi tanıtırken bir ara kardeşim ben de Ahmet deyince yaşlı rahmetli köylüm, Sen de hoş geldin Ahmet Bey oğlum” dedi. Bana bey diye hitaplara alışığım ama kardeşim pek değil; kendisine “Bey” diye hitap edilince kardeşim, “Bey olan ağabeyim ben değilim” deyince yaşlı köylüm de bize dönüp, “Öyle deme evlat, herkesin içinde bir Bey vardır” dedi… Ben şaşkındım. Böyle bir yanıt beklemiyordum. Böyle bir bilgelik karşısında nutkum tutulmuştu. Kendime bir süre gelemedim ve bu yaşlı ama bilge amcanın nasıl böyle bir konuşabildiğini düşünmeye başladım ve insanı olgunlaştıran, bilge yapan ve erdemli davranışların okullardan veya kitaplardan daha çok hayattan ve insanın kendi başına öğrenildiğine kanaat getirdim. Sayıları az da olsa böyle insanların bilgeliğinin ortak noktaları ana dilde düşünmeyi öğrenmeleri, hayatın içindeki tecrübelerini doğru ve saf dille anlama ve anlatma yetileridir aynı-  ilk akla gelenler- Yunus Emre, Aşık Veysel ve Karacaoğlan, Köroğlu, Nasrettin Hoca gibi. Daha binlerce böyle insanımız var bunların hemen hemen hepsi kendini aşmış ve yetiştirmiş gönül bağı açık insanlar…

Umut veriyor karanlık anlarda böyle insanlar yüreğime. Mutlu oluyor ve coşuyor, aynı zamanda daha ne kadar öğrenmem gerektiğini hatırlıyor, acaba “ben de bu insanların bilgelik seviyesine gelebilecek miyim? diye kendime sormadan da edemiyorum…”

 

Turgay Biçer, 26. Ocak 2023